kinyas ve kayra

ssm
kitap okumaktan pek keyif almayan beni bile kendisine bağlayabilecek kadar iyi hatta bi hayli muhteşem kitap.
heyhat
içerisinde gizli kahraman barındıran kitap. (bkz: Miss Piggy)

---------------alıntı---------------
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. çirkinleşmek için çok uğraştım. isteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. için­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
---------------alıntı---------------
heyhat
bilseydim süreçte ne ile karşılacağımı hep kinyas'ın yolu bölümüne kadar okuyup sonlandırmak isteyeceğim kitap.

"Kinyas gitti. Orospu çocuğu kankardeşim beni terketti" cümlesi ile kayra ya olan hislerim daha bir güçlendi, hep kinyastan nefret etmemi belki de bu söz sağladı ve her zaman kinyas'tan nefret edeceğim.
leia
''tabi ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor.belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır.ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!''
heyhat
kelimelere hayat yerine ölüm veren kutsal kitap.

"ve nefesimi tuttum. en derine, en dibe inebilmek için. bıraktım kendimi hayat okyanusuna. beni dibe çeken zihnimin ağırlığıydı. ve dibe daha çok vardı. ama gidiyordum. yavaş yavaş. dünya yuvarlak. hayat da öyle. en derini aynı zamanda da en yükseğidir hayatın. nereden baktığına bağlı. nerede doğduğuna. doğduğun yerden ne kadar uzaklaştığına bağlı. elindeki şişede ne kadar hayat kaldığına bağlı"
heyhat
her zerrem de hissettiğim cümlelerin dünyanın tam ortasına doğmasını sağlayan ve kelimelere dökülme fırsatına sahip olan kutsal kitap

'' az yedim çok içtim.hala içiyorum. alkolü kendime yakıştırdım.
her türlü uyuşturucadan tattım. bağımlılıktan nefret ettim.gitmemi, terk etmemi engeller diye. ne bir maddeye ne bir insana bağlandım. sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum. ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim.dünyayı bir oyuncağa çevirdim. ayak basmadığım yer kalmadı. kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! duvarlara, bedenime resimler çizdim. bir gün öyle bir gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. benim adım hitler. kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım.. şimdiyse ağlıyorum. hepimiz için. çünkü hiçbiri işe yaramadı... ''
leia
hiçbir zaman bitmesini istemediğim asla bitmeyecek kitap.
kitabımdır.

'' sorarlarsa ne yaptın bu dünyada diye, rahatça verebilirim yanıtını: yalnız kaldım, kalabildim. ''
babasinintakiminitutankiz
bu kadar geç tanıştığıma pişman olduğum ilk kitap.ruha dokunmayı aşmış sanki benim sözlerimi yazmış yazar.bu kadar benden ve içten.beni bu kitapla tanıştıran eski ankaralı şimdilerin izmirli yazarı ssm'ye sonsuz sevgiler.
nickbulmakdanezorişmiş
Hakan Günday'ın yazar olarak gelişimini gösteren kitap. öyle ki yazar lise yıllarında başlamış ve bitirmesi 3 yılını bulmuş.

Barındırdığı bir karakter -Alp- yüzünden saatlerce uğraştım, herkes okusun istedim.

...

''Öncelikle bir araba bulmalıyız. Sonra birkaç kadın. Ayrıca,yaşadığından emin olmak istediğim birini görmeye gideceğiz.''

''Umursadığın birileri var mı bu şehirde?'' diye sordum, bir refleks gibi.

''Alp'i unuttun mu ? Madem buralardayız. Onu görmeden gidemeyiz herhalde, değil mi?

İsmini söylediği zaman hatırladım Alp'i. O adamı. Tanıdığım en tembel adamı. Hiçbir işi olmayan, hiçbir şey yapmadan oturan adamların en ileri gelenlerinden biri. Sadece konuşurdu Alp. Anlatırdı. Yalanları ve hikayeleri Kayra'nınkilerle kafa kafaya giderdi. Oturduğu yerden insanları kahkaha tarlasında dehşetin yuvasına kadar her yere götürüp getirirdi. Konuşmanın kılavuzuydu. Onu son gördüğümde annesinin öldüğünü söylemişti. Ve bunu söylerken, artık evde yalnız kalacağı için gözleri parlıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, Paris'te karşılaşmıştık. Bir bursla gelmişti Fransa'ya. Ve bedava okumaya hak kazandığı okula adımını atmadan döndü. Yerini bile öğrenmedi okul binasının. Paris'te kaldığı dört ay boyunca bildiğim kadarıyla evinden çok az dışarı çıkmıştı. Tabii, eminim döndüğünde sorulan sorulara, Fransız vatandaşlığına geçmiş birinden daha iyi yanıtlar verip anlatmıştır Paris'i. Gerçek bir türün tanıdığım tek örneği. Gerçek bir boşluk adamı. İçinde hiçbir şey beslemeyen. Kendine ait hiçbir düşünce taşımayan bir karbon kağıdı. Lastik gibi! Hayat ne verdiyse o vardı elinde. O kadar. Seksten nefret eden, içki içmeyen bir adam. Bütün zamanını evine gelen insanlarla konuşarak geçirirdi. Hiçbir teknoloji ürününü ve iyi hafızalı insanları sevmezdi. Çünkü söylediklerinin kaydedilmesi ya da hatırlanması fikri onu iğrendiriyordu. Sadece içinde bulunduğu an için konuşur ve sözlerinin ve sözlerinin unutulmasını isterdi. Dünyanın en uçucu ve iz bırakmayan işiyle uğraşıyordu. Tabii yaptığına iş denirse! Konuşmak, hep konuşmak. Söz bittiğinde de Alp de biterdi. Bir tiyatro oyunu gibi. Ağzının kapanması perdenin inmesiyle aynı. Konuşmadığı zaman Alp de yoktu. Hatta beynini off'a getirip oturduğunu söyleyebilirim, sustuğu zamanlarda. Kayra'yla beraber çok uzun zamandır tanıyorduk Alp'i. Büyüyünce ne olacağını merak ederdik...

İyi fikirdi gidip onu bulmak ve dinlemek. Ağızdan çıkan sözcükler kadar hafif ve ölümlü olan bu adamın ne halde olduğunu öğrenmek iyi fikirdi... Alp hikaye anlatırdı. Arada bir de, kıssadan hisse ahkam keserdi hayata dair.

''Üçüncü Dünya ülkelerinde insanlar arabalarını, kamyonlarını boyarlar, üzerlerine resimler çizip, yazılar yazarlar. Çünkü Üçüncü Dünya ülkesi insanı bindiği makineyi icat etmemiştir. İcat etmediği için de yakın hissetmez kendini. Sahibi gibi görünmesi, karakter kazanıp kişileştirilmesi gerekir arabanın. Kullandığı her ithal makineye isim takıp sadece kendine has şekil ve yazılarla damgalaması, Üçüncü Dünya'nın asla yok olmayacağını gösterir. Birileri, sahip olduğu aleti boyamaktan vazgeçene kadar da yok olmaz!...

Kadın suratını boyar. Çünkü suratı kendisi değil, güzelliğini takdir edecek olan erkeğe aittir. Kimse kendi yarattığı bir boku boyamaz!..''

Ve buna benzer ahkamlar sürüp giderdi. Anlamlı, anlamsız herhangi bir sonuca çok seyrek varan, yüksek sesle fikirler yürütmekten ibaretti yaptığı. Aslında beni daha çok yaşadığı hayat ilgilendirirdi. Ne de olsa, ortalıkta onun gibi çok geveze vardı. Ama hiçbiri hayatını sadece çene çalmaya resmi olarak indirgememişti. Tembelliği felaket boyutlara varıyordu. Evinden çıkmadan aylarca salonunda yaşayabiliyordu. Babasının emekli milletvekili maaşıyla geçiniyordu. Evet babası bir milletvekiliydi. Kim demiş babalarımızın oğullarıyız diye?

Yemek faslını bitiridikten sonra resepsiyonun bankosuna yaslandık. Ben önümde duran turistik broşürlere bakıp bir iki ''escort'' servisi ararken, Kayra da otelin ortak çalıştığı kiralama servisi broşüründen araba seçiyordu. Ehliyetimizi Fransa'da unuttuğumuzu söyleyip kira ücretinin iki katını teklif ederek resepsiyondaki adamı ikna etmiştik. En sonunda bir Ford Mondeo'da karar kılındı. Bir saate yakın lobide bekledikten sonra araba geldi. Şimdi sıra Kayra'nın burnuna güvenip yollarda süzülmeye gelmişti. Alp'in evini biraz da olsa hatırlıyordu. Çıktık yola. Asya tarafında olduğunu hatırlıyordum ben de. Çok uğraştık ama doğru yolu bulduk. Ve Bağdat Caddesi'ne varıldı. Deniz taradındaki sokaklardan birisi. Girdik hepsine sırayla. Apartmanı hatırlıyordu Kayra. Tabii bütün binalar yenilenmiş, hiçbir zaman aradığımız yeri bulamayacağımızı bağırır gibiydiler. Girdiğimiz beşinci sokağın sonlarına doğru hala bıraktığımız gibi duran apartmanı bulduk. Arabadan inip girdik.

Asansör yok. Dördüncü kattaki tek kapı. Teras katı. Alp'in evi. Kapıyı çaldım. Ses yok. Bir daha çaldım. Artık gitmeyi düşünüyorduk ki içeriden yere sürünen ayak sesleri geldi. Ve Alp'in sesi.

''Ne var?''

''Aç kapıyı!''

En kötü güvenlik önlemiyle bile yarışamayacak kadar gereksiz bir soru. Ve içinde her tür tehdit olan bir yanıt. İkna olmuştu ki, kilitteki anahtarın dönme sesini duyduk. Böylesine bir ''Aç kapıyı!'' emrini dinlemiş olması Alp'i aslında mazoşistlere yaklaştırıyordu. Onu iyi hayal edebiliyordum, lateks bir body'nin içindeki sadist sahibesinin emirlerini yerine getirirken.

''Bir hafta boyunca kıçında bu çakmakla gezeceksin!''

''Tamam.''

Yapacak daha iyi vir işi olmaya adamın yanıtı ve bedeniyle oyunu...

Açılan kapının ardında eski arkadaş Alp duruyordu. Üstünde bir şort ve tişört. Ayağında terlikleri. İçeriden gelen arabesk bir şarkının sözleri. Bir kaç saniye baktı yüzümüze. Kımıldamadan. O zaman içinde kim olduğumuzu hatırladı. Tam sarılacaktı ki, kendisinin kim olduğunu da hatırladı ve kuru bir "Hoş geldiniz" çıktı ağzından. Sonra sanki kendisi de evinde misafirmiş gibi arkasını dönüp salona doğru yürüdü. Takip ettik haliyle ev sahibimizi. Rutubet ve ter kokuyordu. Hem de çok fazla. Etrafta birbiriyle ilgisiz yüzlerce eşya vardı. Salona geçtik. Oradan da terasa. Alp büyük beyaz salıncağa oturup hafiften sallanmaya başladı. Biz de karşısındaki iki tahta şezlonga oturduk. Bize bakıyordu sanki ilk kez görmüş gibi... Tek bir soru. Sadece bir tane. Kayra sordu.

"Nasılsın?"

Bacaklarını iki kişilik salıncağa uzatıp sağ kolunu sırtını dayadığı demire yaslayıp sol kolunu da salıncağın kenarına koydu. Birkaç sanşye çevreyi seyretti. Ve başladı konuşmaya.

"Seni Kinyas en son Fransa'da görmüştüm. Paris'te. Ama Kayra, seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Neyse, önemli değil. Çok zaman geçti sonuçta görüşmeyeli. Paris'ten ayrılmamı biliyorsunuz herhalde. Zaten çok fazla anlatılacak bir tarafı da yok. Neden bana verdiklerini hala anlayamadığımo bursla, şu an ismini yanlışlık yapmamak için telaffuz etmediğim okula giriş hakkı kazanmıştım. Ama Paris'te okuldan biraz uzakta bir ev kiralamıştım. Yani ben uzak olduğunu düşünüyordum. Okulun nerede olduğunu hiç öğrenemedim de!.. Neyse, kaldığım ev çok güzeldi. İki odalı, geniş balkonlu bir ev. Eiffel'i ya da Seine'i görmüyordu ama yine de iyiydi manzarası. Bir avluya bakıyordu. Üç apartmanın kapısının açıldığı bir avluya... Yüzyılın başından kalmış bir bina. Evet,neyse. Birkaç parça eşya vardı evi tuttuğumda. Bir yatak vardı salonda. Bıraktım valizlerimi yere. 'Şöyle bir uzanayım. Yol yorgunluğu ne de olsa' dedim. İşte, dört aya yakın yatmışım. Sonra yatağın yayları bozuldu. Rahatsız oldum. Okuldan attılar herhalde bu arada. 'Ülkeden de atılmadan kendim giderim' dedim. Arkadan kelepçelenmiş elleriyle, kollarından yanındaki iki polis tarafından tutulan mahkumun bir omuz hareketiyle bir kaç saniyeliğine de olsa, otoritenin elinden her şeye rağmen kurtulması gibi. 'Bırakın! Ben yürürüm!' diyen idam mahkumunun darağacına gittiği bir sahne gibiydi, benim de memlekete dönüşüm... Geldiğimde annemi çoktan gömmüşlerdi. Kanser. Göğüs kanseri. Babamı zaten biliyorsunuz. O da kanserden gitmişti. Tabii bir iki palavracı uzaktan akraba çıkıp söylenmeye başladı. İşaret parmağımı kapalı dudaklarıma götürüp susturdum hepsini... İki ay geçti. Her şey iyi gidiyordu. Fazla bir şey yapmıyordum. Resim yapmayı da bırakmıştım ama eve gelen giden çok oluyordu. Geçiyordu zaman bir şekilde... Bir yıl sonra gelen gidenin arasında üniformalı birilerini gördüm. Dediler ‘Askerlik!’ ‘Tamam’ dedim. Zamanı gelmiş. Devletin resmi uyandırma servisi. Adamı hayatın bir yerinde uyandırıyorlar. Kapıyı kilitleyip gittim askere. Tam on altı ay! Er Alp, Gaziantep Islahiye. Oraya da alıştım. Çarşı izninde kendime dövme yaptırınca biraz zor günler yaşadım, ama geçti. Sırtıma kendi portremi çizdirdim bir Arap’a. Fonda da siyah bir ejderha olsun istedim. Ama Arap hayatında ejderha görmediği için, daha çok bildiği yırtıcı memeli bir hayvana benzeteceğinden vazgeçtim. Bana biri gelip ejderha çizmemi istese sırtına, ben çizerdim. Ben gördüm ejderha. Filmlerde gördüm. Rüyamda da bir iki kez. Rodeo yapıyordum kırmızı bir ejderhayla… Neyse, bir gün bir kağıt verdiler elime. Dediler, ‘Bunun adı teskere. Git artık!’ ‘Tamam’ dedim. Topladım valizi, bindim otobüse. Geldim eve. Çatı akıyordu. Kiremitler uçmuştu ben yokken. Her yer su içindeydi. ‘Dayanırım’ dedim. Ama yatağımın da ıslak olduğunu görünce çok sinirlendim. O kadar sinirlendim ki elimdeki her şeyi fırlatıp yatağı bir metre sağa ittim. Daha kuru bir tarafa. Bir süre sonra kesildi akıntılar. Eve gelip gidenler, ‘Artık yağmur yağmıyor, yaz geldi’ dediler. ‘Olur mu?’ dedim. Güvercin ve martı bokuyla doldu delikler. Kurumuş pislikle sıvandı çatı… Neyse bir gün. Bir televizyon getirdi misafirlerimden biri. Anten taktı terasın arka tarafına. Doğum günümdü herhalde. Çok kanal vardı. Bir de uzaktan kumanda. Her düğmenin ucunda bir program, bir film… Çok eğlenceli. Hepsini seyrettim. En kötü programı bile. Adını duymadığım yerlerin hava raporlarını bile. Hepsini! Birkaç ay böyle sürdü. Bir reklam seyrederken, o iki dakikalık işi yapmak için uğraşan yüzlerce kişinin hummalı çalışmasını düşünüyordum. Zaman geçiyordu. Sonra televizyonu getiren adam geldi. Herhalde bana bir nedenden dolayı kızmıştı ya da başka birisinin doğum günü vardı. Aldı televizyonu, anteni, gitti. Televizyondan boşalan yeri seyrettim üç beş gün. Duvarı. Ama çok eğlenceli değildi. Hep aynı program. Bazen belgesele benzeyen bir şey çıkıyordu. Böceklerin hayatı. Özellikle hamamböceklerinin duvar hayatı . Ama ben daha önce seyrettiğim için sıkıldım o programdan… Bir ara aklıma kadınlar geldi. Hani göğüsleri bizimkilerden büyük olanlar var ya? İşte onlar! Dedim, ‘Bir tane olsa bu evde belki iyi olur. Bana bakar…’ Aslında ben de bakıyordum kendime aynada. Ama zamanla o da kirlendi, göremedim kendimi. Bir kız vardı eve gidip gelen. Daha doğrusu bir kadın. Benimkinden beş yıl daha eski nüfus cüzdanlı. Gelip gidiyordu. Sonra gelip gitmemeye başladı. Hiç gitmedi. Hep oturdu. Çatının onarımını yaptırdı. Etrafı temizledi. Erkekler getirip yan odada sevişti. Daha önce evlenip boşanmış. Herhalde fahişelik yapıyordu. Ama yalan söylemeyeyim. Tam bilmiyorum! Evin yeri çalışma yerine yakındı herhalde. Sonra bir gece, birileri kapıyı kırıp içeri girdiler. Kadını yaka paça dışarı çıkartıp götürdüler. Üniformaları yoktu. Ben iyi niyetliydim. Adamların kadını pazarlayanlar olduğunu düşünmedim. ‘Ben konsomatrisim’ diyordu kadın. Ne de olsa Paris’ten gelmişim. Az çok Fransızcam var. Kaldığım evin kapıcısıyla iki üç sefer, birkaç kez de havayolları bürosundaki kadınla pratik yapma fırsatım olmuştu. Konsomatris! Yani consommatrice. Yani tüketici. Bir yanıt vermem gerekiyordu. ‘Hepimiz öyle değil miyiz?’ dedim… Kapıyı yaptırmak çok zordu. Her ay babamın maaşını yakınlarda bir bankamatikten çekiyorum. Yürüyüş oluyor. Biraz alışveriş yapıp dönüyorum. Her çıktığımda caddeyi, sokağı değişmiş görüyorum. Çok hızlı dönüyor dünya. Her neyse, kadın gittikten sonra biraz sıkıldım ama geçti. Birkaç kez tuvalin başına oturdum. Aldım elime fırçaları. Sonra baktım tuvale. ‘Ulan’ dedim. ‘En iyi resim bu işte!’ Pürüzsüz, hatasız. Daha iyisini yarılsam yapamam. Attım bir imza sağ alt köşesine. Tarih de koydum yanına amatörler gibi. İleride, sergimi dolduracak resimlerden biri oldu. Koydum diğerlerinin yanına. Tabii, onlar da hemen hemen buna benziyorlardı. Vurguladıkları fikir aynıydı. Tek fark tarihlerdi. Ben ölünce çok para edecek bunlar. Belki birkaç kişinin daha ölmesi gerekebilir ama bir gün çok değerli olacaklar. Mükemmel tuvaller! Desenlerde hiç hata yok. Çünkü desen yok. Mükemmel boş tuval resimleri!.. Bir gece evde parti düzenledi birileri. Alt kattaki ihtiyar gelip ikaz etti üç kez. O gece, bir adam geldi, yanıma oturdu. Anlayamadığım bir sürü terimle dolu konuşmalar yaptı. Sevgilisi olmamı istedi. ‘Tamam’ dedim. Üç ay kaldı evde. Sonra herhalde sıkılmış olacak ki, gitti. Bir sanatçıydı. Heykeltıraş. Televizyonu vardı. Fazla konuşuyordu. Bana göre fazla entellektüeldi. Bir sürü şey biliyordu. Ve daha da kötüsü, bildiklerini başkasına da öğretme arzusuyla yanıyordu. Sonra kül oldu. Ama televizyon kaldı. Almadı yanına, giderken. 'Oh!' dedim. 'Sonunda! Sonunda televizyon bana kaldı.' Ama uzaktan kumandası yoktu. Kalkıp yanına gitmek gerek. Bende günde bir defa kanal değiştiriyordum. Televizyonu açarken. Programlar değişmiş, daha hareketli olmuş. Bir müzik kanalı bile var. Hep şarkı çalıyor. Şarkılara uygun da kısa metrajlı filmler gösteriyor. Zaman geçiyordu. Artık böcek belgeseli yok! Bir süre sonra gelip gidenler kesildi. Büyüdüler herhalde. Gelmediler. Yaşnız kaldım. Konuşmayı özledim. Kendi kendime konuşmayı sevmem. Söyleyeceklerimi daha önceden bildiğim için zevki yok. Neyse, aslında birisi gelmişti o zamanlar. Nüfus memuruymuş. Sayım varmış. Bir sürü soru sordu. Gitti. Diyecektim, 'Kal biraz, konuşalım.' Ama çok ciddi bir yüzü vardı. Çekindim. O yalnızlık döneminde bir bo tuval resmi daha yaptım. Bu sefer çok uğraştırdı beni. Bir kaç gecemi aldı. Oysa uykumu almalıyım ben. Yoksa gündüz hayalet gibi oluyorum. En az sekiz saat! Uyumadan bahsetmişken, yataktan çıkmama rekoru kırdım. Guinnesse'e bakmadım ama rekorun bir ay olduğunu düşündüm. Ve otuz iki gün yataktan kalkmayarak dünya rekorunu kırdım. Tabii tanıklık yapacak resmi görevliler yoktu, ama olsun. Yalnız, içlerine tuvaletimi yaptığım sonra da fırlatabileceğim en uzak noktaya attığım torbalar çok pis koktular. O otuz iki gün içinde de, mutlaka sekiz saatlik uykumu almaya dikkat ettim. Yataktan ayaklarımı sarkıtıp yere bastığımda bütün vücudumda karıncalanmalar oldu. Kalkınca biraz sendeledim. Ama sonra alıştım. Her başarının bir bedeli vardır. Kolay mı dünya rekortmeni olmak? Değil... İki hafta sonra televizyon bozuldu. Ve bu sefer karar verdim. Büyük bir karar. Üstüme bir şeyler giydim. Televizyonun fişini prizden çektim. Yüklendim, dışarı çıktım. Zaten para çekme ve alışveriş zamanım da gelmişti. Uzun bir yürüyüşün sonunda bulduğum tamirciye bıraktım televizyonu. Bir hafta sonra gel, al! dedi Toptan ihtiyaçlarımı alıp on torbayla döndüm eve. Bir dahaki para çekme zamanı gelince çıktım dışarı. Aklıma televizyon geldi. Sevindim tabii. Hatta bir ara koştum tamirciye giderken. Dedim, 'Ben geldim. Verin televizyonu.' Adam dedi: 'Çok geç! Bir ay geçti. Masrafı çok yüksekti. Gelmeyeceğini düşünüp sattık. 'Beni kandırıyor olabilirdi ama doğru olma ihtimali de vardı. Belki de bir ay içinde geri alınmayan bütün televizyonlar kanunen satılmak zorundaydı. 'Tamam' dedikten sonra adama, dükkandan çıktım... Sonra insanlar yine gelmeye başladılar. Eskiden gelenlerin kardeşleri, bir ufak boyları. Yeni bir televizyon aldım. Bir kaç kez yıkandım. Ve siz kapıyı çaldınız... Nasıl mıyım? İyiyim. İyi. Fena değil!.. Kalkıyor musunuz? Konuşsaydık biraz daha... Neyse, peki, tamam. Sonra görüşürüz... Tamam...''

...
fufu
Hakan Günday'ın en iyi kitabı. Biraz fazla depresif ama kitaptakı karanlık ve umutsuzluk güzel.




newcastle
tahammül sınırlarımı zorlamakta olan kitap.

herkesin hoşlandığı bir veya birden fazla tarz var elbette ve eğer bu kitap hakan günday'ın tarzını resmediyorsa, maalesef başka kitabını okumama gerek yok demektir. hakan günday'ın kültürel birikimine diyecek sözüm yok bittabi, gayya kuyusu gibi herif neticede. ruhsal çözümlemelerini ve kompozisyonunu da beğenmediğimi söyleyemem. olay örgüsünde bir gerçeklik de beklememek lazım tabi bu kitapta ama anlatım açısından beni bir türlü alamadı içine işte. yer yer blog okuyormuş gibi hissettim mesela. içinde bulunulan zamanın, yazarın dilini etkilemesi tabi ki kaçınılmaz esasında; belki de ben bir türlü alışamamışımdır zamane anlatımlarına.

6/10

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol